20 Ağustos 2016 Cumartesi

24 Saat ve 12 Ay

Anlatıcı:  
                 
              Özet ve virgül, 

-Kapı açılıyor ve araçtan içeri giriyorum.
-Kapı açılıyor ve evden içeri giriyorum.
-Kapı açılıyor ve nereye girdiğimi içeride öğreniyorum.

Saat 04.30 olmak üzere tam 2,5 saattir aynı nokta da bekliyorum. Beklerken, birçok şey de oluyor. Kim bilir şu an kaç kişi mutlu veya kaç kişi ağlıyor? Bu basit bir düşünce sapmasıydı.  Zaman ilerliyor. Beynimin orta yerinde para ile bir kadın kavga ediyor. Kavga o kadar şiddetli ki adeta yumruk yumruğa yapılan bir saldırıya dönüşüyor. Sonuç olarak kavgayı para kazanıyor. Eğer günün birinde parayla tartışmaya girerseniz unutmayın ki para her zaman karşınıza favori olarak çıkar ve sizinle olan mücadeleyi kazanır. Para karşısında daha güçlü olabilmeniz için ondan daha çok zengin olmanız gerekir. Bekleyişim birazdan sonlanacak diye umuyorum.  Hedefim bana yaklaşacaktır. Bu işi seviyorum çünkü yüksek dozda tehlike arz ediyor.  Bir filmde şöyle bir replik geçiyor ‘’Vatanını en çok sevene en pis işi yaptırırlar’’ diye. Benimkisi de o misal, sevgi uğruna en pis işler bana yaptırılıyor. Her sevginin bir acı tarafı oluyor. Ya ona alışacaksın ya da yok olacaksın.  Sevmenin zorlukları…  O da nesi hedefimiz bize doğru yaklaşıyor ve 1,2,3 hop avucumuzun içine düşüyor. Yakalandın seni sıska. Bu kadar basitti. Detaya girmeye gerek yok. Fakat planı buraya yazılmayacak kadar uzun sürmüştü.  Sonuçta işin sonunda netice varsa, bir ömür bile beklenilebilir. Onu alıyoruz ve belki de dönmeyeceği bir yolculuğa uğurluyoruz.  Unutmayın her insan size nefesiniz kadar yakındır.

Bir başka yer, oldukça kalabalık her yaştan ve her cinsten insan tipi burada bulunuyor. Kendini güzel sananlar, hayattan biçare yaşayanlar, orta yaşa girdabında olanlar, genç ve genç hissedenler, nerede olduğunu bilmeyenler vs. hepsinden bir tutam avucumuza sığacak kadar var. Sanırım buraya dünyanın bataklığı deniyor. Burada birazdan ışıklar sönebilir ve aramızdan birkaç kişi eksilebilir. Bilirsiniz hiçbir suç cezasız kalmaz. Elbet o pişmanlıklar bir gün ödenir. Ya sen kendini cezalandırırsın ya da cezanı kesmeye gelen birileri olacaktır. Bugün de onlardan biri yaşandı. Tıpkı her sabah uyandığımızda içtiğimiz bir bardak su gibi.

İşim bitti sayılır. Dışarı çıkıyorum. Yürüyorum. Derin nefes ve gökyüzüne doğru sonsuz bir bakış, başımı indiriyorum ve ellerim cebimde yürümeye devam ediyorum.

-Kapılar araçlar için kapanıyor.
-Evlerin kapıları, unutulmak istenen sabahlar için tekrar kapanıyor.
-Kapılar açılır ve kapanır. Sonu gelene kadar böyle sürecek gibi.
Ta ki her şey bitene kadar.

İşte böyle bir gün ve böyle bir yıl tamamlandı. İçi dolu ve anlatılmak istenmeyecek kadar acı.

Hikayede neden mi o kadar çok boşluk var. Çünkü hayatımız da o kadar derin ve bir o kadar göremediğimiz boşluklar var ki, onları doldurmayı çalışmıyoruz sadece görmezden geliyoruz. Ve o her seferinde karşımıza çıkmayı biliyor. Derin boşluk, sessiz boşluk ve büyük boşluk. Çığlık gibi yüksek sesli..

Tik tak tik tak tik tak...

10 Ağustos 2016 Çarşamba

Bir Sevdim, Bin Öldüm


Sıcak bir mayıs öğle sonrası baharın kokusu ile kol kola yürürken,bana bakıp derin bir iç çektiği anda,
Bir sonbahar günü, sağanak yağmurlar eşliğinde ıslanırken, ellerinin soğukluğunu hızlı bir şekilde giderebilmek için, ellerini ellerimle ısıtmaya çalışırken ve o telaşla ellerimi ararken,
Bana her baktığında kalbinin yerinden fırlayacakmış gibi olmasında ve yüreğinin titremesinde,
Kelimelerin eksik kaldığı anlarda gözlerimizin devreye girdiği dakikalarda,
Her sinema çıkışı biletlerimizi ikiye bölüp sonsuza dek saklayacağımızın sözünün verdiğimizde,
Buluştuğumuz günlerde, karşımda bir ceylan gibi tedirgin ve masumane bir şekilde durduğunda ve aşkımızın en güvenli kalesi olduğu cümle aleme gösterdiği günlerde.
Denizin sonsuzluğuna daldığımız anlarda hayaller kurarken
Dinlediğimiz her şarkının sözlerini ezberlemeye çalışırken,
Ay ışığı vurduğu gecelerde adımlarınla bulutların üzerinde daireler çizerken,
Gittiğimiz her yere hatıra olarak bir kalıntı bıraktığımızda…
Onu düşündüğüm her anda içimde büyüyen kır bahçelerin
eşsiz kokusu burnumun direğini sızlatırken,
Gözlerinin büyüsüne kapılıp dünyevi yolculuğa çıkarken,
Her an beni düşündüğünün mutluluğunu kalbimin en güzel yerinde hissederken,
Kalbinin kalbime dokunduğunda şaşkınlıkla yönümü kaybederken
Ve başımı yastığına her koyduğum gece, gökyüzünü seyrederken.
Öyle ya, işte böyle anlarda sevdim.

Şimdilerde ise soğuk bir kent yalnızlığı gibi üzerime çökmüştü zaman.

Sevilip sayıldığım günlere… sevgi ve saygı ile
TK’ya selam olsun.

Cümleler ne kadar çoğalırsa...

20 Şubat 2016 Cumartesi

Rocky



Nam-ı diğer İtalyan Aygırı. Philadelphia’nın karanlık ve harabe sokaklarında dolanan bir serseri. Amatör bir boksör olarak yaşamını sürdüren Balboa hayatına serseri olmama adına devam ediyor ve her şeye rağmen inatla yaşam mücadelesi veriyordu. Tefeci Gazzo’nun işlerini yapıyor bir yandan da amatör boks maçlarında galibiyet kovalıyordu. Sürekli yumruk yemesine rağmen donuk bakışlarla ve bitkin haliyle maça devam edebiliyordu. Tam 45 maçtır hiç burnu kırılmamıştı. Ufak bir apartman dairesinde yaşamını sürdürüyor ve her eve geldiğinde onu bekleyen iki kaplumbağası ve balığıyla minik sohbetlere dalıyordu. Onlara bir dansçı veya şarkıcı olsalardı böyle bir hayat yaşamayacaklarını aktarıyordu tabi çuvaldızı kendine de batırıyordu. Fonda Summer Madness’in hoş melodisi çalarken Rocky eski fotoğrafına bakarak iç geçiriyordu, böyle bir hayatı kim isterdi ki? Kim böyle bir hayata gelmek ister ki...  Bu yürek burkan bu iç sızısı film boyunca devam ediyor ve peşimizi bırakmıyor.

Onun hayatla kavgası serseri olup olmamakla ilgiliydi. Hayata karşı ayakta durabilmek için serseri olmaması gerektiğinin bilincindeydi ve bir hiç olmadığını insanlara kanıtlamak istiyordu. 12 yaşındaki bir kıza hayat dersi verirken, kız onu bir an olsun umursamadı. Kötü insanlarla takılmaması gerektiğini,  iyi bir insan olmasını ve nasıl insanlarla takılırsan öyle insan olursun öğüdünü kızın hafızasına kazımaya çalışıyordu. Kız oralı bile olmadı, kızın ondan gelecek öğüde ihtiyacı yoktu çünkü bir hiçten gelen öğüde kulak bile asmak istemedi. Utangaç tavırları ve  donuk bakışları hep içimizi sızlattı. Rocky hayatına bir serseri olmama adına devam ederken fırsatlar ülkesi Amerika’da karşısına büyük bir fırsat çıkmıştı. Ünlü boksör Apollo Creed’den maç teklifi gelmişti. Yeni yıla galibiyetle başlamak isteyen Creed bu maçı bir şova dönüştürerek ününe ün katmayı hedeflemiş ve herkese yeniden 1 numara olduğunu kanıtlamak hatta bunu büyük bir gösteri maçıyla tekrar ispatlamak istiyordu. Balboa’yı sırf ismi İtalyan aygırı diye seçmişti. Amatör bir boksöre kendini ispatlama şansı vermek ve kendini ringlerde tekrar bir yıldız gibi sergilemek onun şovunun bir parçasıydı.

Rocky hayatının geri kalan kısmında tefeci Gazzo’nun haraçlarını toplarken, amatör maçlara çıkarken ve serseri olmamakla başa çıkmaya çalışırken donuk bakışları ve o derin yalnızlığıyla Phileadelpia’nın karanlık sokaklarında seyrek yürüyüşü ile adımlarını sıralarken kendisine gelen bu büyük fırsatı geri tepemezdi. Bir başka kaybeden olan hocası Mickey ile Apollo Creed’le yapacakları maça hazırlanacaktı. Mickey onunda kendisi gibi kaybolup gitmesine izin vermek istemiyordu. Her zaman Rocky’yi elinin tersi ile iten Mickey ona bu sefer sahip çıkmıştı. İkili baba oğul gibi konuştuktan sonra ringe çıkmak için çalışmalara başladı. Elde edebilmek için çok uğraştığı aşkı Adrian ve baş belası kardeşi Paulie ile yeni bir savaşa hazırlardı. Yine Rocky sabah 4’de kalkacak, çiğ yumurtaları içecek, etleri yumruklayacak ve pis, yırtık eski eşofmanlarıyla Philedelphia’nın esaret kokan sokaklarında soluksuzca koşacaktı.

Rocky’nin amacı kazanmak veya kaybetmek değil, ayakta durabilmekti. Tüm zorluklara ve o çetin hayat mücadelesine rağmen ayakta durabilmek... Apollo Creed’in karşısında şu ana kadar kimse ayakta duramadı. Rocky’nin hedefi kaybetmekten öte 15 round ayakta durabilmekti. Çünkü ilk kez kendisini insanlara kanıtlayabilecekti. Bir serseri olmadığını herkese gösterebilecekti.  Maçtan 1 gün önce Adrian’le o gözlerimizi dolduran, endişeli ve biraz da tedirgin olan o ses tellerini titreten konuşmasını yapmıştı. Apollo’yla başa çıkamayacağını biliyordu ama ayakta durabileceğinden emindi.

Ringdeki posterinde bile şortu farklı renkteydi. Kimse buna dikkat etmemişti ama o beyaz kırmızı şeritli şortuyla ringe çıkacaktı. Apollo Creed ilk başta onu ciddiye almasa da daha ilk round da İtalyan Aygırı’nın sol kroşesini tadıp yere yığılmıştı ve asıl maç ondan sonra başlamıştı. Bir iki, üç derken 15 rounda kadar maç ve devam etti ve Rocky Balboa, Creed karşısında asla yıkılmadı. Bu maçı bir şov maçı olarak gören Creed maçı ciddiye aldı ve maçı öyle tamamladı. Tabi Creed de  İtalya Aygırı karşısında maç boyu adeta kan kustu. İkisinin de ağzından şu kelimeler döküldü, asla bu maçın rövanşı olmayacak. Tabi filmin devam serisinde bir rövanş ve nice maçlar izleyeceğiz..

Maç bittiğinde herkes Rocky’nin nasıl ayakta kalabildiğini şaşkın gözlerle izlerken ve tüm gözler ona çevrilmişken o Adrian çığlıklarıyla zaferini aşkına ithaf etmekteydi. Çünkü o başıboş bir serseriyken elde etmek için uğraştığı Adrian’e sahip çıktı, onu benimsedi ve çok sevdi. Rocky artık yalnız değil, çünkü gücünü aşkının sevgisinden ve o büyük cesaretinden almıştı. Artık hayata karşı tutunurken ömür boyu sarılabileceği bir aşkı vardı. Sıska, baş belası ve çok konuşan Paulie ve Adrian’le büyük bir aile kurdu ve seri boyunca aşkını ve zaferlerini devam ettirdi. Her koşulda ayakta kalabilen, Rocky’yi yıllar boyu kimse yıkamadı, tabi kimse ona hayat kadar sert vuramamıştı.

çocukluğuma ve her yumruk yediğinde yeniden ayağa kalkanlara…

6 Şubat 2016 Cumartesi

Bazen..

Cümle ağaçları, dallarından dökülen kelime taneleri ve onlarla beraber hiçliğin ortasında kalakalmış bir meczup. Tarifi olmayan bir sendromun ortasında sonunu bekliyor. Etraf cümle ağaçları ve dallarından her mevsim dökülen kelime yapraklarıyla dolu. Toprak kokusu doğanın girdabı ve toprağın altında yatan sayısız cansız beden sisli havanın grisine karışmış durumda. Ağaçlardan dökülen her yaprak tanesi kalbimden dökülen kalp kırıklıklarına eş değer. Beynime adeta bir ilmik gibi işleniyor. Her dal bir cümleden ibaret. Her yaprak tanesi ayrı bir anlam nüksederek yere naif bir şekilde düşüyor. Kimi aşkı, kimi hüznü, kimi acıyı kimi kötüyü simgeliyor. Aslında her yaprak dökümünün ardında derin hikayeler var. Hepsi farklı bir hisle dallarından sökülüp yerin en dibine iniyor. Tıpkı bazı hayatların yerin dibini boyladığı gibi.

Sadeliğe inat biraz daha iç burkan bir karanlık, yukarıda ki sonsuz mavi ve yerin dibinde ki toprak koyusunun birleşiminin ortasında kalan kurak biçimsiz bir doğa örtüsü.  Sıradan hayatların ötesinde kalıyor ve kokusunun tadı dahi hissedilemiyor. Buradaki yalnızlığı seviyorum. Cümle ağaçları, toprak kokusu ve yerin altında ki cansız bedenlerle hayatımı çürütüyorum. Bazenler ile örtülü bir hayat, toprağın altına  her zaman bir adım daha yakındır. Hepsinin üstünü körü körüne örtmeye çalışan bir ruh tanesi öylece duruyor. O ben oluyorum. Sonun her zaman bir başlangıcı oldu. Cümleler git gide çoğaldı, her nefes kesildiğinde bir yerlerde birileri daha dirildi. Kimi sonsuzluğu ile yapayalnız kaldı. Bazen korkuların üzerine gidebiliyorum. Bazen karışıklıkların ortasında çürürken, dar bir labirentte kapana kısılarak sıkışıp kaldığım günleri hatırlıyorum. Bazen günden güne bir korken kıvılcıma dönüştüğümü hissedebiliyorum. Çürümüş kalp kapakçığımın ilacı burada pek bulunmuyor. Bazen gelip gidenler oluyor ve tek bir soru sorup gidiyorlar. ‘Sen tabut mu yapıyorsun? Hayır onların içini dolduruyorum.’’ Hoşça kal’’. Bazen gidenlerin yeri hiç dolmuyor. Herkese yetecek kadar yer var bu toprakların altında. Sürgün yolculuğunda bir umut ışığı, kaybolup yiten bir hayat ve içinde bir gün bile yetmeyecek kadar nefes. ''Alamıyorum.''

Yerden ellerime birkaç kelime yaprağı serpiştiriyorum. Aralarında, gözyaşlarını, nefreti, öfkeyi ve saf mutluluğunu köşeye bırakıyorum. Onlara öylece bakıyorum. Öyle bir bakıyorum ki kalbimdeki oklar dağın zirvesindeki kar tanesini vuracak kadar hızlı atıyor. Bazen diyorum bunlar hiç olmasaydı. Her zaman ölüm ve var olmanın ortasında bir yerlerde duruyorum. Bazen kim olduğumu bile bilmiyorum. Hep yaşarken öğreniyorum hayatın telaşını ve gittikçe yüreğin acı kısmından dökülen mısralarla kan kaybediyorum. Bazen kendime şunu söylüyorum hepimiz sonunda ne olacağını bilmemize rağmen bazı şeyleri neden görmezden geliyoruz. Her şey bize bir adım kadar yakınken neden bir o kadar uzak, Ona bir türlü dokunamadığımızın farkındayız. Sonunu getiremediğimiz her başlangıç, bizim sonumuz oldu. Hep bazenlerin ortasında sıkışıp kalıyoruz.

Cümle ağaçları ile beraber tek tek yitip giden kelime yaprakları, ardımızda bıraktığımız ölü topraklar, ayaklarımızın altında serili olan ruhsuz bedenler ve soğuk savaşlarımızın hüznü, bizimle beraber kalmaya devam ediyor. Avucuma düşen kelimelerden bir orman daha yaratabilirim. Onları sonsuzluğa terk ediyorum. Bazen hiç bitmesin diyorum fakat, artık uzun cümleler dahi kurmak istemiyorum. Bu kısmı da tam şimdi burada, yarıda bırakıyorum.  Daha fazla kaybolma hissi.'

Bazen onu düşündüğümde diyorum.
Bazen, bazen yitiyorum.
Bazen ise en uzağa gidiyorum.
Hep bir çıkmazın ortasında kalırken,
Bazen söyleniyorum kendi kendime.
Bazen durup dururken,

Bazen diyorum ya bazen...

‘’yazıyorum ama bu son olsun’’ ithafen.

karlı dağın tepesinde.
ES<3-kaçkar
bazen her şey bitter mi