Uzun bir yolculuktan dönmüş gibi, üzerinde hayat yorgunluğun
tonlarca yük ağırlığı vardı. Her şeyi geride bırakıp yeni kurduğu düzende,
yalnızlığı seçmişti. Yalnız olmaktan memnundu, son zamanlarını bir
başına geçirebileceği sorunsuz bir yaşam istiyordu.
Payidar amca 82 yılı tek solukta yaşadı. Yaklaşık otuz bin gündür iyisiyle kötüsüyle nefes alıp verebiliyordu. Dünyayı üzerinde taşısa gocunmayacak kadar yürekli olan bu son kuşak, delikanlı gibi çekilmişti köşesine. Yüzünde bir defter sayfası gibi oluşan çizgiler, meydan kalabalığı gibi günden güne artmaktaydı. Saçları kış ortasında, koca bir şehrin üstünü örten kar örtüsü gibi bembeyazdı. Saçlarıyla kartopu yapıp oynayabilirdi. Şu an için öyle bir şeye ihtiyaç duymuyordu. Bir sahil, köy kasabasına yerleşmesi yakın zaman önceydi. Sabahları erkenden uyanır, kırılacak odunlar varsa onları kırar, ardından yürüyüşe çıkardı. Arada balık avına çıkmayı da ihmal etmezdi. Akşamları ise mutfağında, Akdeniz esintilerinden marifetlerini sergilerdi. Bir aşçının kepçesini bükebilecek kadar güzel yemek yapardı. Tüm tabakları kıskandıracak şekilde yemekler hazırlamak, yaptığı en iyi işlerin başında gelirdi. Günün sonunda ise müzik dinler, sonra hemen uyurdu. Hayatının bir Formula aracı gibi hızlı akıp gittiğinin farkındaydı ve son zamanlarını çiftlik evinde bir başına geçirmek istemesi en son dileklerinden biriydi. Hayal kurmazdı ve şansa inanmazdı. Hayal kuramayacak kadar uzaklıkta yaşıyordu. Şu zamana kadar tanıdığı, gördüğü ve bildiği tüm insanlardan kendini uzak tutuyordu. Çünkü bundan sonra tanınmamak, bilinmemek ve hatırlanmamak istiyordu. Geçmişini ardında bırakıp hayatının son sayfasına güzel satırlar yazmak niyetindeydi. Kendisini seven tek kişi olarak kalan torunu, arada ziyarete gelir, her zaman yaptığı gibi dedesine kendi elleriyle yaptığı elmalı keki getirir ve kısa bir süreyi beraber geçirdikten sonra geri dönerdi.
Yine kek kokusu evin iç kısımlarına dans ederek, yeni figürleriyle beraber hızla yayıldı. Payidar amcanın bu hayatta yemekten keyif aldığı en güzel şeylerden biri de torunun kendi elleriyle yaptığı elmalı kekti. Her dilimini sonsuza dek yiyebilecekmiş gibi yerdi ve o sıra zamanı bir hayli yavaşlatırdı. Bir sonraki ziyarete kadar keki bitirmemek için büyük gayret gösterirdi. Ağzındaki lokmayı izlediği film bitene kadar çiğneyebilirdi. Torunu her zaman, gözleriyle hoş şeyler yapıyormuş gibi bakardı. Elmalı kek yapma konusunda da bir hayli iyiydi. Gidişi ise her zaman için zor olurdu. Dedesi ona silueti bir noktaya dönüşene dek camdan el sallardı. Gözden kaybolduğunda salladığı el bir trafik levhası gibi havada asılı kalırdı. Sonra bir çiçeğin soluşu gibi yavaşça elini yere doğru indirir ve boynunu bükerek içeri elma kek kokulu odasına geri dönerdi. Onun gidişi, geçmişte yaptığı bir hatayı anımsayarak aklına getirmesi gibi içini cız ettirirdi.
Bir sabah daha erkenden uyanmıştı. İlk iş olarak, meşe ağacından çıkan odunları kırmaya koyuldu. Odun kırmak bir nevi terapi gibiydi ve tan vaktinde onu dinç tutardı. Yürüyüşe ve biraz daha temiz havaya ihtiyacı vardı. Fazla zamanı kalmadığının farkındaydı. Son günlerini rutinliğine devam ettirerek geçirmek istiyordu. Çünkü buraya yerleşmeden önce, şu zamana kadar geçirdiği hiçbir gün bir önceki günü gibi geçmemişti. Her günü aynı dinginlikte yaşamak ona son günlerde verilebilecek en güzel ödül sayılırdı. Biraz daha adım attı. Kafasını gökyüzüne doğru hafifçe yukarıya kaldırdı. Hava, o gün hiçbir zaman tanışamayacağı bir kadın kadar güzeldi. Yeşilliğin ve toprak kokusunun içinden, kulağa fısıldanan bir rüzgar sesi gibi, sessizce geçti. Benzersiz doğa kokusunu, kalbine saplanan bir kızılderili oku kadar içine çekti. Sahile inmesine birkaç adımdan fazlası vardı.
Şimdi olmak istediği yerdeydi. Duraksadı ve denizin kimsesizliğine sonsuza dek baktı.
Payidar amca 82 yılı tek solukta yaşadı. Yaklaşık otuz bin gündür iyisiyle kötüsüyle nefes alıp verebiliyordu. Dünyayı üzerinde taşısa gocunmayacak kadar yürekli olan bu son kuşak, delikanlı gibi çekilmişti köşesine. Yüzünde bir defter sayfası gibi oluşan çizgiler, meydan kalabalığı gibi günden güne artmaktaydı. Saçları kış ortasında, koca bir şehrin üstünü örten kar örtüsü gibi bembeyazdı. Saçlarıyla kartopu yapıp oynayabilirdi. Şu an için öyle bir şeye ihtiyaç duymuyordu. Bir sahil, köy kasabasına yerleşmesi yakın zaman önceydi. Sabahları erkenden uyanır, kırılacak odunlar varsa onları kırar, ardından yürüyüşe çıkardı. Arada balık avına çıkmayı da ihmal etmezdi. Akşamları ise mutfağında, Akdeniz esintilerinden marifetlerini sergilerdi. Bir aşçının kepçesini bükebilecek kadar güzel yemek yapardı. Tüm tabakları kıskandıracak şekilde yemekler hazırlamak, yaptığı en iyi işlerin başında gelirdi. Günün sonunda ise müzik dinler, sonra hemen uyurdu. Hayatının bir Formula aracı gibi hızlı akıp gittiğinin farkındaydı ve son zamanlarını çiftlik evinde bir başına geçirmek istemesi en son dileklerinden biriydi. Hayal kurmazdı ve şansa inanmazdı. Hayal kuramayacak kadar uzaklıkta yaşıyordu. Şu zamana kadar tanıdığı, gördüğü ve bildiği tüm insanlardan kendini uzak tutuyordu. Çünkü bundan sonra tanınmamak, bilinmemek ve hatırlanmamak istiyordu. Geçmişini ardında bırakıp hayatının son sayfasına güzel satırlar yazmak niyetindeydi. Kendisini seven tek kişi olarak kalan torunu, arada ziyarete gelir, her zaman yaptığı gibi dedesine kendi elleriyle yaptığı elmalı keki getirir ve kısa bir süreyi beraber geçirdikten sonra geri dönerdi.
Yine kek kokusu evin iç kısımlarına dans ederek, yeni figürleriyle beraber hızla yayıldı. Payidar amcanın bu hayatta yemekten keyif aldığı en güzel şeylerden biri de torunun kendi elleriyle yaptığı elmalı kekti. Her dilimini sonsuza dek yiyebilecekmiş gibi yerdi ve o sıra zamanı bir hayli yavaşlatırdı. Bir sonraki ziyarete kadar keki bitirmemek için büyük gayret gösterirdi. Ağzındaki lokmayı izlediği film bitene kadar çiğneyebilirdi. Torunu her zaman, gözleriyle hoş şeyler yapıyormuş gibi bakardı. Elmalı kek yapma konusunda da bir hayli iyiydi. Gidişi ise her zaman için zor olurdu. Dedesi ona silueti bir noktaya dönüşene dek camdan el sallardı. Gözden kaybolduğunda salladığı el bir trafik levhası gibi havada asılı kalırdı. Sonra bir çiçeğin soluşu gibi yavaşça elini yere doğru indirir ve boynunu bükerek içeri elma kek kokulu odasına geri dönerdi. Onun gidişi, geçmişte yaptığı bir hatayı anımsayarak aklına getirmesi gibi içini cız ettirirdi.
Bir sabah daha erkenden uyanmıştı. İlk iş olarak, meşe ağacından çıkan odunları kırmaya koyuldu. Odun kırmak bir nevi terapi gibiydi ve tan vaktinde onu dinç tutardı. Yürüyüşe ve biraz daha temiz havaya ihtiyacı vardı. Fazla zamanı kalmadığının farkındaydı. Son günlerini rutinliğine devam ettirerek geçirmek istiyordu. Çünkü buraya yerleşmeden önce, şu zamana kadar geçirdiği hiçbir gün bir önceki günü gibi geçmemişti. Her günü aynı dinginlikte yaşamak ona son günlerde verilebilecek en güzel ödül sayılırdı. Biraz daha adım attı. Kafasını gökyüzüne doğru hafifçe yukarıya kaldırdı. Hava, o gün hiçbir zaman tanışamayacağı bir kadın kadar güzeldi. Yeşilliğin ve toprak kokusunun içinden, kulağa fısıldanan bir rüzgar sesi gibi, sessizce geçti. Benzersiz doğa kokusunu, kalbine saplanan bir kızılderili oku kadar içine çekti. Sahile inmesine birkaç adımdan fazlası vardı.
Şimdi olmak istediği yerdeydi. Duraksadı ve denizin kimsesizliğine sonsuza dek baktı.